İstanbul Film Festivali Direktörü Kerem Ayan ve Yaşam ve Stil Bloggerı Burçin Akgün Ünaldı “Styleboom”; Morhipo Instagram hesabında keyifli bir canlı yayın gerçekleştirdiler. 40. İstanbul Film Festivali özelinde gerçekleşen sohbeti kaçıranlar için, söyleşinin detayları yazımızda!
B.A.Ü: İstanbul Kültür Sanat Vakfı tarafından ilk kez 1982 yılında bir sinema haftası olarak düzenlenen İstanbul Film Festivali, bu yıl 40. yaşını kutluyor. Online gösterimlerin olduğu Nisan ve Mayıs seçkilerini şimdiden geride bıraktık. Sinema izleyicisinin festival filmlerini online izlemek konusunda tepkileri nasıl? Bu durumu kalıcı hale getirmeyi düşünüyor musunuz? Hem İstanbul Film Festivali hem de genel olarak film festivallerinin geleceğine dair neler bekliyorsunuz?
K.A: Tepkiler oldukça güzel. İlk çevrimiçi gösterimleri gerçekleştirdiğimiz 2020’nin Mayıs ayından beri seyircilerimizden olumlu geri bildirimler almaya devam ediyoruz. İzleyici sayısı her bir seçki ile artıyor. Filmleri İstanbul’un yanı sıra tüm Türkiye’ye ulaştırıyor olmamız çevrimiçi gösterimlerin en büyük artısı.
Kalıcı hale getirme konusuna gelince, biliyorsunuz geçtiğimiz yıldan beri uzun soluklu planlar yapmak imkânsız hale geldi. Belirsizlikle yaşamaya alıştık. Hatta bir adım ileri giderek belirsizliğin daha yaratıcı işler yapmamıza olanak tanıdığını söyleyebilirim.


Çevrimiçi gösterimler şimdilik düzenlediğimiz etkinliklerin kaçınılmaz bir parçası ancak normale tam dönüş sağlandığı zaman aynı şekilde kullanacağımızı sanmıyorum. Tabi ki platformu özellikle seyircilerle bütün yıla yayılan bir ilişki kurmamıza olanak tanıdığı için kullanmaya devam edeceğiz, ancak geçtiğimiz seneye kıyasla bir takım farklılıklar olacaktır.
Teknoloji ile değişen ve şekillenen her sektör gibi film festivalleri de bu durumdan nasibini alıyor ve almaya devam edecek. Mesela South by Southwest’in bu sene başlarında düzenlediği festival diğer örneklerle karşılaştırıldığında çevrimiçi organizasyonları bir üst seviyeye çıkardı diyebilirim; film olsun konser olsun, sadece etkinlikleri dijital bir platforma taşımakla kalmayıp, profesyonellerin oldukça etkin bir biçimde bir araya geldiği dev bir network olanağı sağladı, yüzlerce konuşma ve yan etkinlik düzenledi. Sonuç olarak sinema sektörünün pandemi öncesi de kullandığı dijital platformlar bundan sonra da hayatımızda hatta daha etkin biçimde yer almaya devam edecektir.
B.A.Ü: Bu yıl uluslararası jüri başkanının Berlinale’de Altın Ayı ödülünün sahibi olan Romanyalı yönetmen Radu Jude olması da ses getiren bir gelişme oldu. İstanbul Film Festivali ve Radu Jude birlikteliği nasıl gelişti?
K.A: Radu Jude çok sevdiğimiz ve bütün filmografisini önceki senelerde gösterdiğimiz bir yönetmen. Berlin’de yarışan filmini festival başlamadan önce görüp programa dâhil etmiştim. Büyük ödülü aldığı sırada da bu senenin jüri başkanı olması için teklif götürdüm, hemen kabul etti. Sağlam bir kariyeri olan istikrarlı bir yönetmen; son filmiyle de oldukça orijinal bir dil yakaladığını düşünüyorum. Kendisinin jüri başkanı olması bizim için oldukça sevindirici.
B.A.Ü: Aynı zamanda bir sinemacı ve yönetmen olarak kamera arkasındaki deneyiminiz, bir festival direktörü olarak çalışmalarınıza nasıl ilham veriyor? Festival seçkisini oluştururken göz önüne aldığınız ana kriterler nelerdir?
K.A: Sinema mezunuyum, Paris’te oldukça sağlam bir eğitim aldım, hatta bu eğitimin en büyük kısmı sinema tarihine ve film analizine hâkim olmak üzerine kuruluydu. Dolayısıyla sinemanın eskiden yeniye en iyi referanslarını izleyip analiz edip sindirdiğim bir birikimle izliyorum önüme gelen her bir filmi. Kamera arkasındaki deneyim işin iç yüzünün püf noktalarını bilmek anlamına geliyor, bütün bu aşamaların ortaya çıkan filme yansımasını filmi izlerken anlamak mümkün. Bir filmin içtenliğini, duyguyu geçirip geçiremediğini, o duyguyu yaratmak için başvurduğu yolların doğallığını anlamak işin mutfağında neler döndüğünü kestirmekle de alakalı, ancak ne zaman bir film izlesem kendimi seyirci koltuğunda buluyorum; bir yönetmen şapkası ile izlemek yerine seyirci gözüyle bir filmi değerlendirmenin filmi kavrama açısından çok daha gerçekçi olduğunu düşünüyorum. Şapkalardan kurtulamayız belki ama bir film iyiyse işin iç yüzünü anlamadan da bunu görebilir kavrayabiliriz.
Festival seçkisini oluştururken o senenin hali hazırda beklenen iyi filmlerine bakılır; Berlin, Venedik, Cannes gibi festivalleri dolaşan filmler bunlar. Bunun dışında irili ufaklı festivallerde gösterilen ve ses getiren filmleri ve daha önce bir filmini gösterdiğimiz bir yönetmenin son çalışmasını takip edebiliyoruz. Dahası eleştirmenlerden ya da sektördeki şirket ve kurumlardan gelen tavsiyeler ve festivale yapılan başvurular bir takım filmleri yakın merceğe almamıza vesile oluyor. Bazen şahsi olarak bir filmi beğenmesem de genel bir ilgi varsa ve filmden çokça bahsediliyorsa bu filmleri programa dahil edebiliyoruz. Kısaca her zaman sadece şahsi tercihler rol oynamıyor.
B.A.Ü: Haziran ayıyla birlikte, sabırsızlıkla beklediğimiz “Galalar” temalı filmler hem açık hava mekanlarda hem de sinema salonlarıyla çevrimiçi platformda izleyiciyle buluşacak. “Bu filmleri kaçırmayın” diyeceğiniz kişisel favorileriniz var mı?
K.A: Tabi; Bir Daha Asla Kar Yağmayacak, Kaçık Porno ve Fabian favorilerim arasında. Özellikle Fabian Berlin Film Festivali programında en sevdiğim film oldu. Başında pek şans vermesem de kısa bir süre sonra gerek öznel anlatımı gerekse dinamik kamera ve müzik kullanımı ile beni gönülden fethetti. Oyunculuklar da ve en önemlisi filmin hikâyesi fazlasıyla sürükleyici, kesinlikle tavsiye ediyorum. Sinemada kaçıranlar çevrimiçi izleyebilecekler ancak bu film kesinlikle büyük ekranda izlenmeyi hak ediyor.


B.A.Ü: Festival afişinde bu yıl da yine çok konuşulan bir eser yer alıyor. Türkiye ve dünya sinemasından efsane isimlerini buluşturan afişin fikri nasıl ortaya çıktı?
K.A: Bu sene afiş için ünü ülkemizin sınırlarını aşmış Londra temelli kolaj sanatçısı Selman Hoşgör ile çalıştık. Kendisi dünyaca ünlü markalara ve dergilere kolajlar tasarlıyor, fotoğraf, tipografi ve canlı renklerden oluşan oldukça yaratıcı bir dünyaya sahip.
B.A.Ü: Moda ve ikonik moda tasarımcılarını konu alan film ve diziler son dönemde oldukça popüler. Sizin için öne çıkan, aklınızda kalan bir yapım var mı?
K.A: En son Netflix yapımı olan Halston isimli diziyi izledim. Ewan McGregor çok iyi oyunculuk çıkarmış. Robert Altman’ın 1994 yapımı modayla tatlı tatlı alay ettiği ve inanılmaz kadrolu Prêt-à-Porter’si var. İkisi de 2014’te yapılan ama ikisi de tam iyi olamayan Yves Saint Laurent’ın hayatını anlatan filmler var. Harika Meryl Streep’li The Devil wears Prada var. Nicolas Winding Refn’in olaylı The Neon Demon’unu da unutmamak lazım.
B.A.Ü: Bazı filmler var ki en az hikayeleri kadar stil anlayışlarıyla da aklımızın bir köşesine kazındılar. Geçmişten bugüne sizde iz bırakan en stili sahibi filmler hangileridir?
K.A: O kadar çok var ki aslında ama ilk düşündüğümde aklıma gelen her zaman Peter Greenaway’in Aşçı, Hırsız, Karısı ve Aşığı filmi. Her mekanı ayrı renkler ve o renklerdeki kostüm ve dekorlarla belirleyen inanılmaz bir film. Tam bir koreografi şaheseri aynı zamanda da. Yine renkler derken daha yeni tekrardan gösterdiğimiz Almodovar’ın Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınları’nı unutmamak lazım. Sonra sırasız aklıma gelenler Todd Haynes’ın muhteşem Cate Blanchett’li Carol’u, Wes Anderson’un ikonik The Royal Tenenbaums’u. Biraz daha eskilere gidersek Paco Rabanne kostümleri ile kitsch bilimkurgu Barbarella filmi, Jacques Demy’nin yine kitsch ve tamamen müzikli ama unutulmaz etkileyicilikteki Şerburg Şemsiyeleri, Godard’ın Yeni Dalga akımını başlatan Serseri Aşıklar’ı ve herhalde en kült olan ise Audrey Hepburn’ün güneş gözlükleriyle vitrin önündeki resminin belleklerimize kazındığı Tiffany’de Kahvaltı.