HAYALLER PARİS, HAYATLAR DA BEŞ GÜNLÜĞÜNE… (2)

Paris hakkındaki izlenimlerime devam ediyorum. Merak edenler şuradan yazının ilk bölümüne göz atabilirler.

Eyfel ve dibi

Kimilerine göre kule, kimilerine göre yere düşmüş dondurma külahı da olsa Eyfel dünyanın en ironik yapılarından biri. Erkliğin iktidarına görüntüsü ile göndermede bulunması inkar edilmez bir gerçektir. 1889 Dünya Fuarı için inşa edilmiş olan bu demir yapı 1930’lara kadar dünyanın en yüksek yapısıymış. Saymak pek mümkün değil ama yüzbinlerce turistin akın ettiği ve üç kattan oluşan Eyfel’e saatler sürecek kuyruğu bekleyip de çıkmak yerine elbette sadece dibinde onun demirlerini tutmakla yetindim. Ama bir gününüzü burada geçirecek vaktiniz varsa üçüncü katına çıkıp bir kadeh şampanya için derim, havanız olsun…

passy

Güneşe doğru gel…

Eyfel’e ulaşmak kadar ondan uzaklaşmak da zor. Nereden bakarsanız bakın size gülümsüyor. Yorgunluğumuzu atmak ve açlığımızı doyurmak için Şanzelize’nin arka caddesinde Cafe Le Dome’a oturuyoruz. Güneşe çevrilmiş sandalyelerden birini düzeltip arkadaşıma döndürmek istediğimde garsonun sert tepkisiyle karşılaşıyorum. Buradaki tüm kafe ve restoranların dışında bulunan ön sandalyeler güneşe doğru sıralanmış durumda. Yüz yüze değil yan yana oturabilirsiniz. Güneşe böylesine tapan bir ırk görmemiştim, ne yalan söyleyeyim. Vejeteryan pizza ve bir 50’lik masa şarabı eşliğinde biz de güneşleniyoruz. 7 ay önce Paris’e yerleşen bir arkadaşım da bize eşlik ediyor. İkinci içkilerimizi çoğunlukla geylerin ve farklı kültürel grupların erime noktası olarak bilinen Le Marais’de almaya karar veriyoruz. Paris’te telefonunuza yüklediğiniz aplikasyonla nakit gereksinimi duymadan kredi kartınızla da şoförlü lüks araç kiralayabileceğiniz Uber çok revaçta. Taksiden tek farkı araçların son model olması ve şoförlerinin birkaç dil bilen yakışıklılardan oluşması. Bulduğumuz her irili ufaklı pastaneye dalarak minik makaron, turta, ekler, parfe, milföy gibi ayaküstü atıştırma şımarıklıklarımıza burada da devam ediyoruz. Paris’te yapmanız gereken en önemli şeylerden biri de bu pastaneleri deneyimlemek. Kozmetik mağazalarının erkek kaş ve kirpik görselleriyle de süslenmiş olabileceğini gördüğümüz Le Marais turumuzda La Terasse Des Archive’de bir mola veriyoruz. Havana Cuba kokteyllerimiz tatmin etmemiş olacak ki Fransa’da genelin tercih ettiği biraya devam ediyoruz. Garsonlardan biri yanımıza gelip adının Garip olduğunu ve Bursa’dan geldiğini söylüyor. İçimiz bir hoş oluyor ve hemen bir snap atıyoruz birlikte. Le Marais’nin altını üstünü getirirken akşam oluyor ve biz yaşını almış gezginler yemek için Hippopotamus Paris Bastille’deki yerimizi alıyoruz. Güzel et, salata ve tabii ki kırmızı şarap…

Ah o ünlü kafeler

Paris’teki üçüncü günümüzde 6. Bölgedeki Saint Germain başlangıç noktamız. Yaz aylarında insanlar Lüksemburg bahçelerinde güneşleniyor. Bizim neyimiz eksik dedik ve bir saat de olsa güneşlendik. Sen nehrinin sınırlarını çizdiği bu bölgede Ernest Hemingway, Albert Camus  ve Jean Paul Sartre’ın uğrak yerleri olan Les Deux Magots ve Câfe de Flore bugün yine ünlüleri ve turistleri ağırlıyor. Her iki kafe de birçok filme ev sahipliği yapmış ve halen yapmakta. Bu iki kafe diğerlerine göre elbette pahalı ve bu tür geleneksel kafelerde işleyen bir sistem var. Alkolsüz içkiler barda alındığında daha ucuz, ilk katta biraz pahalı, terasta ise en pahalı.

Place d’Italie’de çilek ve şampanya için bir mola daha… Avenue d’lvry’nin yerel mağazalarından ağırlıklı olarak bir yerleşim bölgesi olan Butte-aux-Cailles’ye gidin, dolambaçlı ilginç sokaklardaki pastaneleri ve restoranları ihmal etmeyin.

FullSizeRender

Gözlerinde bıraktım aşkı Louvre

2. Dünya Savaşı sırasında Louvre’un hazineleri Fransa’nın en ücra köşelerine saklandı. Eserlerin büyük bölümü güvenle getirildiği için kurşun geçirmez camın ardından Mona Lisa’nın gözlerine bakabiliyor, gizemli Venus de Milo’yu selamlayabiliyoruz. Da Vinci’nin Şifresi’ni unutmuyoruz. Bu enteresan bilgiyi de paylaşalım. Buradaki her sanat eserine 30 saniye ayırsanız bile bu 100 senenizi alıyor. Birçok ziyaretçi Louvre’a gider ama Sen nehrinin tam kıyısındaki bu küçük bölgeyi oluşturan diğer yapı, müze, dükkan, restoran ve barlar da görmeye değer yerler. Orangerie Müzesi’ni, Sainte Şapeli’ni ve Kraliyet Sarayı Bahçeleri’nin görmeden dönmeyin.

Bu kadar yorgunluğun ardından yeniden Şanzelize Caddesi’ne dönüp kaz ciğeri ile bir kadeh beyaz şarabı hakettik diye düşünüyorum.

Paris’in diğer yüzü; Disneyland

Paris’teki 4. günümüzü aslında bakarsanız sadece Disneyland’e ayırdık. Çünkü şehrin oldukça dışında kalan bu eğlence merkezine metro ile bile 40 dakikada ulaşıyorsunuz ve Disneyland’i 4 günde tamamlayabiliyorsunuz. İnternetten aldığımız (hangi gün alınırsa ertesi gün için kullanılıyor) biletler hafta içi girişine uygun olduğundan ekstra bedel ödeyerek kişi başı 75 Euro’ya içeri giriyoruz. Alvin ve sincaplar bizi karşılıyor. Her yer saat tam 10’da açılıyor. Sadece birkaç tadilatta olan aksiyon oyunları hariç ne varsa hepsini tükettik. Indiana Jones Adventure, Karayip korsanları, Haunted Mansion, Space Mountain 2-3 kez yeniden girilmesi ve binilmesi gereken oyunlar. Yemek için saate baktığımızda 16 idi. The Bengal Barbecue’de 12-14 Euro’ya tavuklu, meyveli yoğurtlu ve patatesli menülerimizle çocuklar gibi şendik!

dineyland1

Tadı damakta bir son gece

disneyland

Git gel mesafemizle birlkte 8 saati geride bıraktıktan sonra bir akşamüstü siestası almak için otele döndük. Bu arada Paris’in pek çok yerinde siyahilerin işlettiği 7-24 açık marketimsiler var. Marketimsi diyorum çünkü bir bakkal büyüklüğündeki dükkanda markette bulamayabileceğiniz ürünleri bile bulabilirsiniz. Buralar gece yarısından sonra da olsa bira, cips, şarap, ekmek gibi konularda imdadınıza yetişiyor. İki şişe şampanyamızı alıp odamızda soğuttuktan sonra 7 sene önce Paris’e göç eden arkadaşım Onur’la buluşmak için Buttes Chaumont Parkı yakınındaki kanala gidiyoruz. Burası bir banliyö de olsa İstanbul’un Cihangir’i havasında. Ayaklarınızı kanal uzatıp, müzik dinleyebilir, müzik yapanlara katılabilir ya da flört edebilirsiniz. Öğreniyoruz ki her Pazar bu park içindeki lezbiyen cafe-pub olan Rosa Bonheur’da 17-01 saatleri arasında gey-lezbiyen parti düzenleniyormuş. Pazartesi günü haftaya gevşek ve hangover başlamak isteyen Fransızlar için şahane bir haber! Elbette 22 suları parkın kapısındaki yerimizi alıyoruz ancak kapıdaki siyahi iri yarı 3 güvenlikten ikisi bizi alamayacaklarını söylüyor. Ülkemde önemli bir yazar olduğumu ve burayı muhakkak görmem gerektiğini söylesem de “patron burada benim anladın mı?” şeklinde ezik bir sosyo-kültürel çıkış yapıyorlar. O an aklıma dünden beri flört ettiğim Wassim geliyor ve elbette içerideki partide. Whatsapp’ten yazıyorum ve kapıdan gelip bizi alıyor.  Parti sonrası Le Marais’de başka bir mekana sonra da eve davet ediliyorum. Ertesi gün uçuşumuzun olduğunu bilmek beni yeterince gerdiği için en iyi fikir sarhoş olup gidip otele sızmak oluyor. Belli mi olur belki bir başka bahara…

Her sabah 7 sularında hevesle uyandığımız Paris’in son gününde kalkmak için heyecan verici bir sebebimiz yok. Kahvaltıya geç iniyoruz. Her gün doymak bilmeyen bir at gibi yiyen ben iki lokmayı zorla yuvarlıyorum. Zaten ne zaman alıştığım bir yerden ayrılacak olsam hep böyle olurum. Kaldığımız otelin kişi başı 18 Euro karşılığında istediğiniz saatte havaalanına servisi var. Çok dakik hareket ediyoruz, tam zamanında alandayız. Bir süre önce terör saldırılarının hedefi haline gelen ve Türkiye’ye oranla bunu çok nadir yaşadığı için inanılmaz panikleyen Fransa’nın en büyük havaalanı Charles De Gaulle’ün kapısında güvenlik yok. Bavulunuzla direkt olarak Türk Havayolları bankosuna gidiyor ve onlara teslim ediyorsunuz. Üzerinizde ve başınızda hiçbir şey kalmadıktan aslında hepsini bavulunuzda gönderebildikten sonra gereksiz bir ‘lütfen’ güvenlik aramasından geçiriliyorsunuz. Pek de umurlarında değil gibi…

Ve uçaktayız, aklımda kalan şöyle bir bilgi ile kapatıyorum gözlerimi; Parisli kadınlar cinsiyeti ne olursa olsun arkadaşlarını ve aile fertlerini iki yanağa iki-dört öpücükle selamlar ve sol yanaktan öpmeye başlarlar. Yakın erkek arkadaşlarını iki defa öperler.

Au revoir Paris!